11 Aralık 2009 Cuma

YA SİZ ÇOK SAFSINIZ YA DA BİZ APTAL!



TERÖR MEŞRULAŞTIRILMAYA ÇALIŞILDI! ÜSTÜNE DEMOKRASİ VE AÇILIM ŞEMSİYESİAÇILDI!MEYDAN BOŞ BULUNDU VE BOŞ ZANNEDİLDİ! AÇIK AÇIK PKK DENDİ!

TERÖR SEMPATİZANLARI TBMM'YE GİRDİ VE TÜRKİYE'YE MEYDAN OKUDU! BUNUN ADINA DEMOKRASİ DENDİ ÖZGÜRLÜK DENDİ!

SANKİ İSTENEN AYRI BİR DEVLET AYRI BİR BAYRAK DEĞİL DE GERÇEKTEN BİR BARIŞ ARAYIŞIYMIŞ GİBİ YAZILDI ÇİZİLDİ!

ŞİMDİ BAKIYORUM BİRÇOK GAZETECİ YAZAR NEREDEYSE AĞLAYACAK! AĞIT YAKACAK! YA SİZ ÇOK SAFSINIZ YA BİZ ÇOK APTALIZ!

DTP'NİN KAPATILMASI AZDIR BİLE! BİRÇOK MİLLETVEKİLİ YARGILANIP EN AĞIR ŞEKİLDE CEZALANDIRILMALIDIR!

BEN BİR ATATÜRK GENCİ OLARAK HATIRLATIYORUM! NE EMRETMİŞTİ ULU ÖNDER BİZLERE?

"EYY TÜRK GENÇLİĞİ! BİRİNCİ VAZİFEN, TÜRK İSTİKLALİNİ, TÜRK CUMHURİYETİ'Nİ İLELEBET MUHAFAZA VE MÜDAFAA ETMEKTİR!" İŞTE O KADAR...

BU EMRİN VE GÖREVİN ÜZERİNE SÖYLENECEK HER SÖZ SİNEK VIZILTISINDAN BİLE DAHA KIYMETSİZDİR!

7 Aralık 2009 Pazartesi

ECE HAKKINDA HERŞEY!



"Mustafa Hakkında Herşey" Çağan Irmak'ın ilk uzun metraj denemesidir. Filmi ilk izleyenler herhalde "bu çocuk ilerde adam olur" sözünü akıllarından geçirmiştir o günlerde... Ve o çocuk adam oldu da diyebiliriz herhalde...

"Hiçbirşey göründüğü gibi değildir" mesajı veren bu film medyada adam gibi gözüküp, Çağan Irmak'ın aksine, adam olamayanlara da bir gönderme gibi sanki! Okan Bayülgen'in cumartesi günkü programı, etrafta "adam olmuş" gibi kasıla kasıla dolaşan, 5 dil biliyorum, şöyle eğitimler aldım, Platini'lerle şöyle yayınlar yaptım diyerek kabara kabara gezenlerin aslında "göründükleri gibi olmadığını" gösterdi bize.Evet, hakikaten "hiçbirşey göründüğü gibi değilmiş."

Geçenlerde bir arkadaşım yazmış, birçoğumuzun da duygularına tercüman olmuştu:"Şu twittter'dan bazı insanların iç yüzünü görür olduk. Gazeteciymiş gibi duranlar, yazarmış gibi yapanlar..."

Okuyunca arkadaşım olduğu için bir kez daha gururlandım, bir kez daha sevdim kendisini. Aslında bunu daha da genişletmeliyiz. Şu medyada televizyoncuymuş gibi duranlar, haberciymiş gibi yapanlar, kendini spikermiş gibi zannedenler, programcıymış gibi görünenler... Ece Vahapoğlu vakası buz dağının görünen kısmı sadece. O yüzden bir tek onu eleştirmek haksızlık aslında. Eleştirilmesi gereken, -mış gibi yapanların, -miş gibi görünenlerin bulundukları yere nasıl ve kimlerin sayesinde, ne şekilde geldikleri! Serdar Akinan "hepimiz su samuruyuz" dediğinde, Habertük Can Dündar olayında "Can Boğaz'dan Gelir" manşetini attığında, medya dünyasında birileri "çığırmıştı" adeta. Tabiki bir genelleme yapıp herkesi aynı kefeye koymak yanlıştı ama çoğunluk nasıl inkar edilebilirdi ki? Ama maalesef inkar edildi! Böyle bir şey yok dendi ağız birliği edilerek! Özellikle medyanın bazı kadın başrol oyuncuları isyan etti, köpürdü! İçlerinden bir tanesi "evet, bazı yaşanmışlıklar vardır, olabilir" diyemedi ya da demedi. Bazıları kendisini 3 maymunu oynayacak kadar akıllı, karşısındakini bunu yutacak kadar aptal mı zannediyor?!

İşin özü Türkiye'de, medya da birçok başka alanda olduğu gibi düzensiz ve çarpık işliyor. Birçok medya emekçisi gecesini gündüzüne katıp yazı işlerinde sabahlarken veya montaj setlerinde uykusuzluktan sızarken, bazıları ya sevgilisi olduğu medya yöneticisi, ya cemiyet hayatının elit bir mensubu olan babası, ya ailesindeki başka bir akrabası ya da yakın bir arkadaşının sayesinde 2 satır yazı yazıp gazetede bir köşe, ekranlarda bir program sunucusu, bir haber spikeri olabiliyor. O sabahlayan medya emekçilerinin birçoğu 3 kuruş maaşa, üstelik sosyal güvence olmadan talim ederken, bu pamuk prensesler veya salon erkekleri Nişantaşı'nda fincanı 10 milyona kahve, tabağı 30 milyona bifteklerini sindirebiliyorlar! Sindirsinler... Afiyet olsun da, bu çarpık düzeni içine sindiremeyenlerin gazını kim alacak?

Herşey göründüğü gibi olsa, gerçekten 5 dil bilip yazdığı yazılarda zeka kırıntıları görebilsek helal olsun da demesini elbet biliriz. Ama bırakın yazdığı yazıyı "yorgun olduğum için bu kelimeyi aslında bildiğim dile çeviremedim" diyecek kadar, kırıntıyı geçtim, zeka artığından yoksun güzel köşe yazarlarımız gazetelerde çarşaf çarşaf yazı yazıp "gazeteciymiş" gibi yaparken, nasıl olur da medyanın bu çarpık düzenine sessiz kalınabilir.

Eğer ben bu yazıyı bir gazetede yazsaydım muhtemelen ertesi gün işime son verilirdi. Siz hiç bugüne kadar Türkiye'de medyanın çarpık düzenine, işleyişine ve gazeteciymiş gibi yapanların, televizyoncuymuş gibi duranların üzerine yazılmış bir kitap gördünüz mü? Her gün köşesinden Doğrucu Davut'u oynayıp her konuda ahkam kesen yazarlarımızın medya gerçekleri üzerine bir köşe yazdığını okudunuz mu? Yazmak istemezler, isteseler de yazdırmazlar, yazsalar da yayınlatmazlar zaten! İşte o yüzden medya da "hiçbirşey göründüğü gibi değildir!"

3 Aralık 2009 Perşembe

TARİFSİZ


Sabah uyandığımda ilk baktığım şey telefonum. Her gece olduğu gibi yine rüyamda konuştum seninle ama yeter mi bana? Sesini duymak yeni bir güne başlarken… Ama yok telefonda bir hareket. Bekliyorum… Yok… Yoksun… Kahvaltıda boğazıma takılır içtiğim çay bile.


Öğlen oldu aramadın ama halâ… İşlerin yoğun sanırım. Tama bekliyorum. Ben hep bekleyeceğim zaten seni. Telefon beklemek ne ki?

Saat 5… Hafif bir yorgunluk günün verdiği. Yine duyamadım sesini. Birazdan akşam olacak. Herhalde günün sonunda arayacaksın değil mi? Umudun mutluluğu sardı birden her tarafımı. Bekliyorum.

Akşam oldu. Hava çoktan karardı. Neden aramıyorsun? Yoksa bir şey mi geldi başına? Yoksa… Yoksa yanında biri mi var? Neredesin? Ne yapıyorsun şimdi? Kiminlesin? Artık yok muyum senin için? Korkuyorum… Üşüyorum… Allahım ne oluyor? Niye aramıyor? Artık ben aramalıyım. Biraz merak, biraz kaygı, biraz da öfke var içimde. Şimdi ise terliyorum.

Sakin olmalıyım. Bu ruh halimi hissetmemeli. Çünkü sevmez o benim bu halimi. Haklı da… Ama ne yapayım? Tamam… Şimdi iyiyim. Derin bir nefes… Ve şimdi çeviriyorum tuşları. Evet. Çalıyor. 10 saniye oldu. Çalıyor. Çalıyor. Neden açmıyorsun?

Dışarıda mı? O sesler ne? Niye konuşmak istemiyor gibi? Evet. Müsait değil.

Hangi sokakta hangi caddede şimdi. Nereye gidiyor? Birileri var sanki yanında. Kim o kim? Odamdaki duvarlar büyüdükçe büyüyor. Duvarlar üstüme geliyor şimdi. Üstüme üstüme geliyor. Ben küçülüyorum gittikçe. Hepsinin altındayım şimdi. Hepsi sırtımda. Allahım çok ağırlar. Kaldırmaya gücüm yok.

Ne oldu? Nereye gittiniz acımasız duvarlar. Kafamı kaldırıyorum, doğruluyorum şimdi. Hani? Hani ezecektiniz beni az kalsın. Ama… Ama şimdi de küçülüyorsunuz. Dört bir taraf birbirinize yaklaşıyorsunuz. Kaçmak istiyorum burada. “Çıkarın, çıkarın” diye bağırıyorum. Niye kimse duymuyor sesimi. Neredesiniz? Nerede bu odanın kapısı? Nerede herkes? Neden ışıklar sönüyor yavaş yavaş. Camlar nerede? Havasızım. Dayanamıyorum. Nefes alamıyorum. Boğuluyorum yardım edin.

Bırakın beni koşmak istiyorum. Koşmak sadece koşmak. Neresi olduğu önemli değil. Koşmak istiyorum ayaklarım hissizleşinceye kadar. Koşmak istiyorum nefesim tükenene kadar. Koşmak istiyorum sabaha kadar. Koşmak istiyorum düşüp yığılana kadar. Koşmak istiyorum… Koşmak istiyorum…Koşmak istiyorum….Aslında kaçmak istiyorum!

27 Kasım 2009 Cuma

SAPIK



Dünden beri rahatsızım.Tam da bayram üstü...Dün işten çıkınca üzerimde bir halsizlik,üşüme ve başağrısı başladı. Eyvah dedim! Acaba ben de mi domuz gribi olacağım diye kaygılandım. Neyseki dünden beri yoğun ıhlamur takviyesi ve istirahatla biraz daha iyi gibiyim ama hala halsizim.Sürekli yataktayım, sadece yemek yemek için kalkıyorum. Akşam yemeği için kalkmıştım yine.Tam da ana haberlerin olduğu saatte. Halsizim,hastayım, elimi kaldıramaycak kadar bitkinim ama haberlerde izlediğim görüntüler bütün rahatsızlığımı unutturdu bana.


Kurban bayramında otoyol kenarları boş araziler yine kan gölüne dönmüş. Buna alıştık zaten. O yüzden şaşırmadım.Ama izlediğim bir görüntü beni çileden çıkardı, televizyonu parçalamak istedim. Yer Şanlıurfa. "Sapığın" biri kaçan boğayı durdurmak için arka ayaklarına canlı canlı kesiyor! Hayvan kesilmiş iki ayağıyla can çekişmeye ve hala daha kaçmaya çalşıyor! Ve bunun adı ibadet!İbadeti yaptığını zanneden bir sapık! Birde bütün bu sapıklığı yetmezmiş gibi etrafa gülücükler saçıyor, elindeki bıçakla adeta güç gösterisi yapıyor, egolarını tatminde zirve yapıyor.Bıçakla, işkenceyler,katliamla, "hayvanlıkla" ego tatmini olur mu demeyin. Olmaz, eğer olursa da onun adı sapıklıktır işte.

Güzel dinimiz, bu tip sapıkların, yobazların, gericilerin ve hatta pisliklerin yüzünden büyük bir imaj sorunu yaşıyor maalesef.Müslüman olmayanların gözünden zaten böyleydi ama bu görüntülerle müslüman anne babadan doğanlar bile müslümanlığa başka bir gözle bakmaya başladılar. Bu yüzden de onları suçlayamıyorum.

Temizlik imandan gelir diyoruz. Ama pislik içinde, çöplüklerde kurban kesiliyor. Biliyorsunuz işte, rezalet görüntüler, her sene aynı. Ve koskoca devlet yıllardır buna bir çare bulamıyor.Resmen bir acziyet yaşıyor.

İşin diğer tarafı ise beni çok korkutuyor. Çünkü ortada byük bir cehalet ve kültürsüzlük var.Ençok cahil insandan korkacaksın bu dünyada.Çünkü cahil insanın ne yapacağı,sağı solu belli olmaz.Cahil insanın duyguları da yoktur. Aynı bir robot gibidir.İşte o yüzden içlerinde hiç merhamet duygusu için bu vahşet sahnelerini görüyoruz her sene.Bugün hayvanlara bu vahşeti yapanlar yarın herkese yapabilirler. Dedim ya; duygu yok, cehalet var. Beni korkutansa bu cehaletin hiç de küçük boyutlarda olmaması.Üstelik bu cahil insanların yetiştirdiği yeni bir nesil de geliyor geriden. Türkiye'nin en büyük sorunu nedir diye zaman zaman sorarlarya; bence Türkiye'nin en büyük sorunu cehalettir, kültürsüzlüktür.

Vahşi ve cahil bir toplum olma yolunda hızla ilerliyoruz ve görüyoruz ki az yol katetmemişiz.Bu gidişle,bu canilik,bu vahşet ve bu cehaletle Münevver gibilerin kafası daha çok kesilir, töre cinayetlerinden çok kız köprülerden betona çakılır,konteynırlarda kolu bacağı parçalanmış çok ceset bulunur. Ve bunlar en ılımlı, en uhrevi, sevgi dini olan bir islam ülkesinde yaşanır.İşte bu yüzden korkuyorum.

22 Kasım 2009 Pazar

POPUN YENİ LADY'Sİ...'ÇAKMA MADONNA'LARA İNAT!


Bundan 10 sene önce ilk şarkısını dinlediğimiz zaman "kapısında köle" olmuştuk Hande Yener'in... Sonra "evlilik sandalı"na bindik ve hiç inmek istemedik. "Kırmızı"yı onunla bir kez daha sevdik. Türk popunun son yıllarda yetiştirdiği en belirgin ikonlardan biri olmuştu. Eller havaya kavramı, Boğaz'daki tavernalardan, Yenikapı'daki müzikhollerden çıkıp, kışın Etiler yazın Bodrum barlarında Hander Yener'le farklı bir boyut kazanmıştı. Üstüne üstlük onun tarzını taklit edenler "Hande Yener müziği" yapanlar geldi arkasından. Sonrasında ne olduysa oldu ve taklit edilirken taklit eden oldu, Çakma Madonna olarak karşımıza çıktı. Şaka zannetik, inanamadık, "ellerimiz havada" kaldı! Sandal sulara gömüldü, kırmızı siyaha döndü! Elektronik müzikler,abartılı ve ruküş bez parçaları (kıyafet diyemiyorum), mavi-yeşil-turuncu saçlar... Verilen kilolar, ikonluktan çirozluğa geçiş evresi, mutasyon! Kim girdiyse aklına, dost değil düşmanıydı herhalde. Kendi deyimiyle "bakkal müziği" yaptığı yıllar geride kalmıştı artık, şimdi ne müziği yaptığını ise kendi de bilmiyordu oysa! Sözde Madonna'yı kendisine örnek alıyordu ve Türkiye'nin Madonnası olmaya çalışıyordu. Halbuki taklitler asıllarını yaşatırdı, kötü taklitler ise taklit edeni yok ederdi, bunu söylememişti akıl verenleri. Ve beklenen sonu geçenlerde izledik, iyi ki de izledik! En azından akıl denen yolu kullanmayı bilerek zarardan dönmeyi her ne pahasına olursa olsun göze aldı Hande Yener. Katıldığı bir programda eski Hande Yener'i gördük, yine o özlediğimiz Bakkal Müziği ile... Uyuşan ellerimizi tekrar havaya kaldırıp hızlı bir kan dolaşımı istiyoruz Hande! Ne olur bir daha böyle şakalar yapma!


Hande, Madonna ile bakkal müziği arasında gidip gelirken, dünya Madonna'yı andıran ama asla bir taklit olduğunu kimsenin iddia edemeyeceği yepyeni bir prensesle tanıştı! Öyle ki henüz 23'ünde olan bu deli kız, birkaç sene içinde belli 'lady'liğe terfi edecek hızlı bir şekilde. kendini pop melodileriyle bezenmiş glam rock ruhuyla pekiştiren bu asi kız, Lady Gaga adıyla çıktı dünya sahnesine. İlk olarak "The Fame" albümüyle ilk büyük sunumunu gerçekleştiren Lady Gaga "Just Dance" ve "Poker Face" singleları ile 1 numaraya çoktan yerleşti. 2009 yılının başında Malta konserini 50 binden fazla kişi izledi. Giyim tarzı, sahne performansı ve erotizm soslu marjinal klipleriyle bir anda zirveye çıktı.

Michael Jackson ve Madonna'nın yıllar önce geçtiği "dünya starı" olma yollarından şimdi Lady Gaga geçiyor ve biz de buna, yeni bir efsane doğmasına şahit oluyoruz. Bundan 10 sene sonra muhtemelen popun yeni ladysi olarak çoktan tahtına oturmuş olacak. Ablası yaşındaki Hande Yener ise yaşadığı gel gitlerle Türk popunun tahtına oturabilecek mi yeniden, 10 seneye değil ama 1-2 seneye kadar göreceğiz...

BEŞİKTAŞ:SANKİ PROTEST VE MARJİNAL BİR POP YILDIZI



106 yıllık mazisiyle Türk sporunun koca çınarı Beşiktaş Jimnastik Kulübü, duruşu,tarihi,toplumsal duyarlılığı,sosyal sorumluluk projeleri,taraftarı,zaman zaman aykırı duruşu, zaman zaman sansasyonlarıyla sanki protest ve marjinal bir pop yıldızına benziyor.Sadece renkleri bile hayatın iki farklı yüzünü temsil eder gibi; ölümle yaşamı ayıran çizgi, siyahla beyazı ayırabilir mi? Bu kadar marjinal bir kulübün içinden marjinal bir taraftar grubunun doğması da aslında şaşırtıcı olmamalıdır.Eğer öyle olmasaydı Pascal Nouma,İlhan Mansız veya Sergen Yalçın gibi "yaramaz çocuklar" oynayabilirlermiydi bu yasak bahçede! Eğer öyle olmasaydı,Çarşı, nükleer enerjiye karşı çıkabilir, ırkçılığı kınayabilir, 1 Mayıs'ta işçilerle yürüyebilir miydi meydanlarda...


Adam olacak çocuk önceden belli olur derler ya, Beşiktaş'ın nasıl bugünlere geleceği daha küçücük bir çocukken belliymiş aslında... Balkan Savaşları'nın yasını tutup kırmızı-beyaz olan kuruluş renklerini siyah-beyaz olarak değiştirmesi "ben sizden farklı olacağım"ın işaretiymiş meğer. O yüzden mahallede hep camı taşlayan, topu kesilen oldu Beşiktaş... Belki biraz o asiliği, hıçınlığı yüzünden diğerleri tarafından kabullenilmek istemedi hep. Ama zaten O'nun, Onlar'ın arasında olma gibi bir niyeti yoktu! O hep yalnız adamdı hatta bir "Issız Adam..." 106 yaşına kadar birçok kişi girdi çıktı hayatına, hep günü birlik yaşadı zaferlerini, sevinçlerini,üzüntülerini... Ama bir tek taraftarıyla yaşadı aşkını! Bir tek onlar birbirinden kopamadı. En kötü gününde bile Kapalı'sı dolu oldu! Boğazları yırtılırcasına sevdasını paylaştı. Yeri geldi susmasını da bildi, yeri geldi konuşmasını da...

Asırlar boyu anlatılacak bir aşkın destanını yazdılar birlikte. Dünya döndükçe büyüyecek bu sevgi, aynı bir çığ gibi. Ve o yüzden Beşiktaş gerçeği kabul edilmek istenmeyecek hiçbir zaman. O yüzden Beşiktaş hep ayrı bir köşede duracak. O yüzden hep asi çocuk olacak. O yüzden "bir başka" olacak.

3 AY ÖNCE NE DEMİŞTİM?

Dünkü Fenerbahçe maçının ardından, bu akşam da GS puan kaybetti. Beşiktaş liderle arasında puan farkını dörde, GS ile ikiye indirdi. Böylece ligin başındaki kötü başlangıcı ucuz sıyrıklarla atlatmayı başardı ve lig şimdi yeniden başladı. Bundan 3 ay önce 16 Ağustos tarihindeki yazımda, bu sene Beşiktaş'ı hesaba katmayan ve 3 maçta ellerini ovuşturarak ağzının suları akan rakiplere, heveslerinin kursaklarında kalacağını, Beşiktaş'ın ilerki haftalarda toparlanarak çifte kulağı şampiyon ünvanıyla yine şampiyonluğun en güçlü adayı olacağını söylemiştim.Ve işte tablo ortada...

18 Kasım 2009 Çarşamba

SAKSIDAKİ MENEKŞE SANA KÜÇÜK GELDİ! ÖLDÜN SEN MENEKŞE, ÖLDÜN SEN!



Be insan evladı! Tamam;internet güzel,yararlı,eğlenceli...Eyvallah! Ben de kullanıyorum. Oyun da oynuyorum, evet... Ama sen hani "bütün canlılardan" hatta meleklerde daha üstün yaratılmıştın! Hani Allah sana bir irade, bir akıl vermişti! Nerede bu akıl bu irade?


Hani bu dünya küresel ısınmayla, çevre kirliliğiyle, fabrika atıklarıyla kirlenen doğayla gittikçe kıyamete yaklaşıyordu ve sen buna üzülüyordun? Hani ağaçlarımız kesilmesin, denizlerimiz kirlenmesindi? Hani "bişey yapmalıydık?". Ne oldu? "Bugün Allah için" değil, bugün kendin için, bu içinin cız ettiği doğa için ne yaptın? Hani duyarlıydın? Ne yaptın? Onu bırak, evinde duran saksıdaki çiçeğin için ne yaptın? Bak! Soldu kurudu o saksıdaki çiçek! Neden mi? Çünkü sen çiftlik kurmuştun kendine... Kocaman bir çiftlik.Hergün domatesler, çilekler yetiştiriyordun, çiftlik o kadar büyüktü ki, saksıdaki menekşe küçük geldi sana! Büyükşehirlere aşk küçük gelirmiş ya, büyük çiftlik sahibi, sana da saksıdaki menekşen küçük geldi! Öldü o menekşe İstanbullu, öldü o!
Hani gam yemezdim çileğini gerçekten koparıp yiyebileceğim bir çiftliğin olsa... Ama senin çiftliğinde benim mis gibi kokusunu duyamayacağım domatesler var. Bana yaramaz o.Tuzlayıp yiyemedikten sonra dönüm dönüm, hektar hektar çiftliğin olmuş, üstelik rengarenk, neye yarar!

Haftasonu sabah erkenden yola koyulalım, gel gidelim şu Belgrad Ormanları'Na, birer fidan dikelim desem, üşenir gelmezsin, uykunu kısa kesmek, yatağından kalkmak istemezsin! Ama yorgun argın işten gelir, gece 3'te saatini kurup "hıyarlarını" sulamaya üşenmezsin değil mi? Ama orada saksıdaki menekşeni öldürdün biliyorsun değil mi?

Farmville çılgını diyorlar sana... Greenpeace üyelerine çılgın diyorlar, Boğaz Köprüsü'nden kendilerini sallandırdıkları, tankerlerin önüne atladıkları için! Peki hanginiz daha çılgın, hanginiz daha sevdalı? Niye sevdalı? Neden sevdalı? Yoksa biriniz çılgın biriniz aptal mı? Bence sen çılgınsın, onlar aptal! Hazır yapılmışı varken, bir ağaç uğruna tanker önüne atlamak niye? Aç bir Farmville hesabı, ağaç değil orman yetiştir... İnternette sanal seks yapıp tatmin olanlar gibi sen de çeşit çeşit çiçek yetiştir mutlu ol işte! Nasıl olsa basit bir eğlence değil mi... mühim olan güzel vakit geçirmek, oyalanmak! Pardon!

SİZİN BİR "SMÖRTİNGİNİZ" VAR MI?



Teknolojiyi seven bir insanım... Ama teknoloji manyağı değilim! Hadi benden daha fazla teknolojiye tutkuyla bağlı olanları en azından kendi arkadaş çevremi kırmayayım; "aşırı teknoloji tutkunu değilim" diyelim. Yani en azından yeni model çıktıkça sürekli telefonunu değiştiren, bilgisayarda, internette binbir türlü cambazlık yapan, teknomarketleri sık sık ziayret eden biri hiç değilim. Fakat dozajında mütevazi bir ilişkimiz var elbet. Özellikle internet sürekli elimin altındadır. Özellikle bilgi edinme ve paylaşım amaçlı biraz da işim gereği kullanmaktayım. Lakin internetin çok yararlı ve güzel birşey olduğunu düşünmekle beraber çok tehlikeli bir mecra olduğunu düşünüyorum. Öyle ki internet dünyayı değiştirmeye başladı.Yani kültürleri, insan ilişkilerini, ilişkileri hatta seksi!.. İnsanlar artık webcam aracılığıyla striptiz yapan kıza (ya da erkek)bakıp, sonra onunla müstehcen bir sohbet gerçekleştirip orgazm oluyor! Bu sürekli tekrarlanarak bir alışkanlık haline geliyor ve belki de o kişi gerçek dünyada artık bir partnere ihtiyaç duymamaya başlıyor. Bu durum aşkı da unutturuyor haliyle. Evine kapanan, ilişkilerini dahi internet başında kurarak gerçek yaşamı, aşkı, arkadaşlığı unutmuş, izole edilmiş bir dünyada, küçük bir fanus içinde, olması gerekli "denizlerden" uzaktaki bir balık misali insancıklar şeklinde yeni bir dünya düzeni kuruluyor. Ve bu beni ürkütüyor! Bizden sonraki nesillerin, ilerde olması muhtemel çocuklarımın hali gözümün önüne geldikçe inanın çocuk sahibi olmayı, böyle bir dünyaya bir çocuk getirme fikrini unutmaya çalışıyorum.
Aşklar, ilişkiler değişiyor dedik ya... Şimdi gerçek dünyaya dönelim. İşte son bir örnek! Eskiden insanlar flört etmek tabirini kullanırdı. Son 10-15 yılda bu "çıkmak" halini aldı. Ve şimdi artık "smörting" (ingilizce haliyle simirting) denen yeni bir kavram var hayatımızda. Arık "bir flörtüm var" ya da "çıktığım biri var" değil "smörtüm" var diyeceksiniz! Nasıl mı? Eğer bir bara ya da bir restorana gittiyseniz, malum sigara yasağından dolayı içerde içemiyorsunuz. ELinize içki kadehinizi alıp kapının önüne çıktıysanız, orada sizin gibi elinde sigarası ve içkisiyle ayakta duran insanlarla daha doğrusu karşı cinsle bir sohbet bir diyalog başladıysa ve eğer bu diyalog daha ileri boyutlara geçerse, bingo! Artık sizin bir smörtinginiz var!
Arkadaşınız ertesi gün yanınıza gelip, "Ya Eda! Biliyor musun? Dün gece barda bir çocukla tanıştım... Onunla smört ediyoruz" derse, "Napıyosunuz? Sürtüyo musun? Ne? Pardon!" falan deyip kalmayın! Hayır; sürtmüyor "smört" ediyor ya da başka bir deyişle smörtü var onun artık... Tabi arkadaşlar smört ederken bu yeni abuk kavramla Türkçemizin de içine etmiş oluyorlar bir kez daha, haberleri yok. Smörting, "smoking" ile "flirting" sözcüklerinin birleşiminden türetilmiş yeni bir kelime.Türkçeyle hiçbir alakası yok ama "Oha falan olucaz" işte yine... Şimdi ben bu "smörting" olayına sevinsem mi üzülsem mi bilemedim. Sigara yasağı yeni aşkların filizlenmesine bir vesile oldu. Diğer taraftan Türkçemizim içine edildi. Bir sevinme nedenim daha var, en azından insanlar gerçek dünyada normal yollarla ilişki kurmaya devam edebiliyorlar. Bilmiyorum, kafam karışıyor, kafama takılıyor işte... Zaten blogumun adı "Kafama Takılan Şeyler" ya, kafama takıldı, yazayım dedim.Ha bu arada unutmadan; bara girmeyip, bar önünü mesken tutan "smirting hanzoları" da türeyecektir büyük ihtimalle, aman dikkat diyorum...

15 Kasım 2009 Pazar

ASMALIMESCİT NEVİZADE'Yİ DÖVER!

Bir İstanbullu olarak Beyoğlu'yla tanışmam çok küçük yaşlara dayanıyor haliyle... Şöyle söyliyeyim; İstiklal Caddesi'nin trafiğe açık olan günlerine yetişmiş biriyim! Kızılkayalar'ın ıslak ve o muteşem soslu hamburgerini herhalde 5-6 yaşındayken falan tatmışımdır ilk olarak. Bugün AFM sinemalarının olduğu yerde eskiden Fitaş Sinemaları olarak bilinen salonda Hayalet AVcıları'nı, Gremlinler'i, Superman'i ve birçok filmi izlemişliğim hayli fazladır. Ama Beyoğlu'yla ve çevresiyle çok daha yakından ilişki kurmam üniveriteye ilk girdiğim yıllara dayanıyor. Okulumuz Marmara İletişim Nişantaşı'ndaydı. Taksim'e komşu bir semt... Eğlencenin, sanatın, çılgınlığın kalbi burada atar da biz ondan geri kalırmıyız hiç? Kısa sürede fethetmiştik arkadaşlarımızla Beyoğlu'nu... Gençliğe, hayata dair belki de birçok adımı burada attık. Beyoğlu'nun en popüler gençlerin ortak buluşma noktası ise Nevizade'ydi elbet. Birayla olan samimiyetimiz de Nevizade de başlamıştı. Sıcak havalarda sokağa konular masalarla yürümeniz mümkün olmazdı. Kısacası Nevizade olmazsa olmazdı birçoğumuz için.
Ama aradan yıllar geçti ve son dönemlerde Beyoğlu'nun sınırları git gide gelişti, alternatifler çoğaldı. Eskiden Odakule'nin ötesine kimse geçmezdi. Asmalımescit ise belki de birçok kişinin bilmediği ve bilenlerin de gece belli br vakitten sonra yürümeye çekindiği ıssız ve karanlık bir yerdi. Sadece Babylon müdavimleri uğrardı buraya. Ama artık Asmalımescit fahiş fiyatlı dairelerin satıldığı, birçok sanatçının atölyesinin bulunduğu ve en önemlisi de Nevizade'nin ciddi rakibi olmuş hatta Nevizade'yi tahtından indirmiş bir eğlence merkezi, buluşma noktası. Kasım ayının ortasında olmamıza rağmen ılık günler geçiriyoruz ve dün akşam yazdan kalma bir geceydi. Asmalımescit'e doğru yolum düştü ve gördüklerime inanamadım. Gündüz vakti çok geçtim bu sene ama bir akşam vakti geçmeyeli 1 sene olmuştu. Gözlerime inanamadım. O nasıl bir kalabalıktır! Sokaklar zaten daracık... Havanın güzelliğinden faydalanıp masalar dışarı çıkmış ama ne yürüyecek yer var ne o masalarda oturacak yer. Eskiden var olan mekanlara yenileri eklenmiş. Birbirinden değişik, güzel, herkese ve her gelire uygun barlar, restoranlar, cafeler... 4 TL'ye tekila satan bir bar bile gördüm! Ama çok şık ve elit yeni mekanlar da... Orta halli ama çok sıcak cafeler de...İnanılmaz bir çeşitlilik ve rengarenk bir Asmalımescit'le tanıştım dün. Ve hayretler içinde kaldım, bir yer bu kadar kısa zamanda bu kadar hızlı mı gelişir ve değişir? Ama kesinlikle çok güzel ve çok hoş... İstanbullular'a yepyeni bir alternatif. Havaların bozması yakındır, dün geceki sokak şölenini belki önümüzdeki bahara kadar göremeyebilirsiniz ama yine dostlarınızla haftasonları güzel vakit geçirmek için bu kış da gidebilirsiniz Asmalı'ya... Zira çok hoş ve güzel mekanlar var.

Ugly ve Faces Asmalı'nın en yenileri ve bence en şık mekanları. Elit ve kaliteli! Özel randevularınız için ideal olabilir! Leblon'u Issız Adam'la tanıdık.Güzel dekorasyonu ve lezzetleri yemekleriyle bugünlerde birçok kişinin uğrak yeri. Kum Saati, Lokal, Otto, Kafe Pi Lounge, The House Cafe diğer gözde mekanlar.Yakup ve Refik meyhaneleri ise Asmalı'nın eskileri...
Kısaca söylemek gerekirse,dün gece çıkardığım sonuç: Asmalımescit IN - Nevizade OUT!

İSKENDER AŞKI


İskender Kebap'la çocukluğumda tanışmıştım. Ailemdeki herkes İskender'i severdi. Özellikle de babam... Zaten kökenimiz Siirt'e dayandığı için o yörenin et ve et yemeklerine olan sevdası bizim de genlerimize yoğun bilr şekilde geçmiş durumda.

Ben çok küçük yaşlardayken İskender yemek için Aksaray'ın arka sokaklarında bir lokantaya giderdik. Babam bizi hep oraya götürürdü.Uzun yıllar gittit oraya... Adını falan hatırlayamıyorum. Hafızamdan silinmiş. Yerini deseniz belki onu da bulamam çünkü yıllar oldu. Belki de kapanmıştır.

Hayatımın ileriki dönemlerinde de birçok yerde İskender yedim elbet. Ama bundan yaklaşık 10 sene önce Taksim'de istiklal Caddesi'nin girişindeki Bursa Kebapçısı'nı keşfettikten sonra başka hiçbiryerde yeni bir arayışa girmedim. Bana göre İstanbul'un hatta belki Türkiye'nin İskender'i en iyi yapan lokantası burası. En büyük özelliği eti bol. Hem yaprak döner koyuyorlar hem küçük ve ince dilimli dana ati parçaları. Etleri az koyup altını bol pideyle doldurmuyorlar. Genelde birçok lokanta böyle yapar ve bu lezzetten anlamayana "yedirir". Bursa Kebapçısı'ndaki İSkender'in diğer bir özelliği ise yine birçok lokantanın bilerek ya da bilmeyerek yaptığı hataya düşmemesi; o da İskender'in üstüne salçalı su koymamaları. Onun yerine hakiki domatesten yaptıkları sosu gezdiriyorlar bu güzel kebabın üzerine...Etler her zaman kıvamında pişiyor. Yıllardır standardı hiç bozmadılar. Mekan salaş...1956'dan beri açık. 10 yıldır ne dekorasyonda ne de lezzet de hiçbir değişiklik yok. Lezzet mükemmel. Etin, tereyağının, yoğurdun, pidenin, domates sosunun muhteşem uyumunu damağınızda hissedebiliyorsunuz. İskender genelde ağır bir yemek olarak bilinir. BAzı yerlerde yediğiniz İskender hakikaten de ağırdır. Malzemeden kısıldığı için bol tereyağı, bol pide koyarlar.Etin kalitesi de iyi olmazsa (ki genelde olmaz) o zaman gerçekten ağır ve yedikten sonra rahatsızlık veren, şişkinlik yapan sözde bir İskender yersiniz. Ama Bursa Kebapçısı'nda yediğiniz İskender yediğim en güzel İskender olmasının yanında en hafifi de aynı zamanda.

Uzun süre İskender'in fiyatı 11 TL idi. Son aylarda et fiyatlarına gelen zam buradaki fiyatlara da bir miktar yansımış ve bir porsiyonun fiyatı 13 TL olmuş. Ama malzemede de hiçbir azalma yok. İskender'in yanında arzu ederseniz turşuyla servisedilen mevsim salatası yiyebilirsiniz. Söylediğim gibi Bursa Kebapçısı İstiklal Caddesi'ne girerken hemen solda, Fransız Kültür Merkezi'nin karşısında. Meraklılarına tavsiyemdir.

9 Kasım 2009 Pazartesi

Ne Oluyor Bize?


Git gide garipleşiyoruz. Toplumun ahlak yapısında ve insalığımızda ciddi bir dezenformasyon söz konusu. Gazetelerin üçüncü sayfalarını esikden okuduğumuzda ibret verirdi şimdi dehşet veriyor.Cinayet, soygun, tecavüz olaylarının rengi bile değişti. Çünkü dünya değiştikçe, küreselleşme dediğimiz şey dünyaya hakim oldukça ahlaki değerlerimiz, toplumsal yapımız, değerlerimiz de eriyor, yıpranıyor ve bizden uzaklaşıyor. Örneğin eskiden sadece Amerikan filmlerinde izlediğimiz seri katiller, cesetleri doğrayan sapıklar, sapık babalar artık içimizde... Artık okulların lağımları yapılan düşükler yüzünden tıkanıyor maalesef! Çünkü monderinte kılıfına uydurduğumuz cinsellik de reşit olma sınırını bile geride bırakan bir özgürlük anlayışı içersinde değerlendirilir oldu. Hindistan'da bekaret yaşı ortalama 12'ye inerken Türkiye'de 15'e kadar düştü. Hiçbir cinsel eğitim verilmeden, eğitim vermeye müsait oolmayan bilgisi ve dünya görüşü dar anne babalar ile bunları konuşmayı tabu sayan bir toplumda 15 yaşında lise öğrencilerinin hamile kalması ise tam bir paradoks! Bugün ajanslara düşen Kırklareli'ndeki olay insanı hayrete düşürüyor. 15 yaşındaki lise öğrencisi bir kız hamile kalıyor ve karnındaki şişliğin kist nedeniyle olduğunu söylerek ailesinden gizleyebiliyor. Malum kist artık çok fazla büyüyünce annesiyle hastaneye gidip tuvalette doğum yapıyor. Sonra da bebeği tuvalette bırakıp eve kaçıyor! Hadi bir halt yedin hamile kaldın, hadi pişman oldun, hadi korktun... Peki annelik iç güdünde mi yok onu da mı bıraktın tuvalette?


Başbakan her aile en az 3 çocuk doğursun diye her gittiği yerde talimat veriyor Türk halkına! Peki verilmesi gerekn eğitim, yıkılması gereken tabular, eddepsizlik konusu olmaktan çıkarılması gereken cinsellik, düzeltimesi gereken ekonomik koşullar, durdurulması gereken namus cinayetleri, dur denilmesi gereken ahlak bekçileri ne olacak? Bu ülkenin bir de cinsel açılıma ihtiyacı yok mu? Cinsellikle beraber eğitim açılımına ekonomik açılıma ihtiyacı yok mu? Bunlar olmadan 3 çocuk doğurmak dere yatağına ev yapmak gibi değil mi? SOnra bir yağmurda her yeri su basar,"ahlak erezyonuna" uğrarız işte böyle! 15 yaşında hamile kalan ortaokul-lise öğrencileri, tuvalette doğurup kaçan çocuk annneler, kızının karnında kist olduğunu sanan ya da öyle sanmak isteyip 3 maymunu oynayan aileler... Herkes 3 maymunu oynmaya devam etsin ama 3 çocuk doğurmaya da devam etsin! Ne de olsa bu ülke muhassır medeniyetler seviyesine ancak böyle çıkar! İsvirçreliler salaktı ya...

8 Kasım 2009 Pazar

Sen Seç, Cengiz Han'ın Torunları Pişirsin...

Özellikle son yıllarda Uzakdoğu mutfağı çok popüler olmaya başladı. Biliyorsunuz bir dönem İstanbul’da irili ufaklı Sushi restoranları her köşe başındaydı neredeyse… Hoş, hâlâ daha bir çok alışveriş merkezinde, birçok semtte sushi restoranları var. Aslında sushi bizim damak tadımıza uygun bir lezzet değil, yemek kültürümüze çok uzak bir tat ama yine de enteresan bir şekilde tuttu. Sanırım insanımız biraz sıkıldı kebaptan, lahmacundan ve hatta hamburgerden…


Uzakdoğu mutfağı bize belki pek uygun bir mutfak değil ama Orta Asya’dan gelmiş bir millet olarak Moğol yemek kültürü sanırım bize daha çok hitap ediyor. Geçen gün Suadiye’de “Go Mongo” adlı, bugünlerde bir hayli popüler olmaya başlayan bir restorana gittim. “Go Mongo” bir Moğol barbekü restoranı… Hafta içi olmasına rağmen bütün masalar rezerveydi. Neredeyse geri dönecektim ama şansım varmış.

Masanıza boş bir kâse getiriyorlar, kâsenizi alıp açık büfeye geçiyorsunuz. Ama bu açık büfe o bildiklerinize benzemiyor. Burada herşey çiğ. Et ksımında kırmızıdan beyaza, sebze kısmında lahanadan brokoliye hatta ananasa (et ile birlikte çok güzel tat veriyor), sos kısmında acıda tatlıya her çeşit alternatif var. Siz bu açık büfeden istediğiniz şeyleri kâsenize dolduruyorsunuz. En sonunda soslarınızı ekliyorsunuz ve barbekü başındaki aşçılara teslim ediyorsunuz. Onlar da sizden aldıkları bu karışımı yaklaşık 400 derece sıcaklığa ulaşmış büyük bir sac tava üzerine döküp pişirmeye başlıyorlar. Aşçının elinde 2 tane uzun ve orta kalınlıkta kılıç benzeri sopala bulunuyor, bunlarla pişiriyorlar yemeğinizi… Sıcaklık yüksek olduğu için 6-7 dakikada yemeğiniz hazır oluyor. Aslında yemeğinizi siz hazırlıyorsunuz onlar sadece pişiriyor. Tamamen kendi damak zevkinize göre…

Moğollar savaşçı bir toplum. Askerler mola verdiklerinde, yemek yiyecekleri zaman çiğ et ve sebzeleri , yaktıkları ateşin üzerinde ellerindeki kalkanları ters çevirerek ve kılıçları yardımıyla da karıştırarak pişirirlermiş. Bugün kalkanların yerini o büyük sac tavalar, kılıçların yerini de uzun büyük tahta çubuklar almış.

Sonuç olarak ben hem “Go Mongo”yu hem servis şeklini hem de Moğol barbeküsünü beğendim. Kendi zevkime göre hazırladığım yemek gayet güzeldi. Fiyatlar derseniz eh biraz yüksek tabi. Özellikle içecekler çok hatta aşırı pahalı bence. En ucuz şey su, o da maşallah zemzem mi içtik belli değil… Ama yine de özel ve güzel günlerde, değişiklik istediğiniz zamanlarda gidilebilir. En azından bir defa bile olsa denemenizi tavsiye ederim.

1 Kasım 2009 Pazar

Seni Okuyan Gözler Bile Rahatsız Eder Ruhumu...


Sırım sen benim. Herkesten sakladığım, sakındığım, en özelim...
Nefesimsin içime kadar çektiğim, sarhoşluğumsun sonuna kadar içtiğim, hayallerimsin kurduğum. Heyecanımsın telefon çalsın diye beklerken... Endişemsin kaybetmekten korktuğum. Şarkılarımsın dinlediğim, şiirlerimsin söylediğim, inadımsın vazgeçmeyeceğim.

Bırakma ne olur yalnızlığımla beni… Bırakma beni sensiz. Vazgeçme sen de benden. Korkutma beni... Savaşamam ben sensizlikle, savaşamam! Bulamam senden bir tane daha… Başkasının olamazsın ki sen! Olamazsın işte!

Kaderin rüzgarı savurdu beni senin kıyılarına… Kumsalındayım yıllar oldu. Sen adasın ben karaya vuran. Gözümü açtığımda vuruldum sahillerine… Vuruldum her şeyine. Eve dönmek istemiyorum artık. Sonsuza kadar dalgaların sesini dinlemek istiyorum senin yanında. Her gece senin sahillerinde uyumak istiyorum. Sevdim ben bu hayatı. Hep yalnız olmak istiyorum burada. Ama seninle olan yalnızlığı... Kimse gelmesin, kimse uğramasın bu adaya. Uzak olsun her şey ve herkes. Burada paylaşacağım hiçbir şey yok kimseyle. Benim bu ada, benimsin sen. Burada yaşlanıp burada ölmek istiyorum ben. Son nefesime kadar solumak istiyorum seni. Yıllarca senin sularında yüzmek istiyorum. Yıllarca senin yıldızlarını seyretmek.
Ve bu ada yok olsun benimle. Benden sonra bile bilmesin kimse var olduğunu. Sana dair bana dair hiçbir iz olmasın geride. Sır olarak başladı her şey, sır olarak bitsin. Yalnız Allah şahit olsun bize. Bir hikayenin bile parçası olmayalım. Seni okuyan gözler bile huzursuz eder ruhumu…

31 Ekim 2009 Cumartesi

'Nefes'im Tükendi!

2 yıldır beklediğim filmdi Nefes... 2 yıl önce ilk fragmanını izlediğimde gerçekten de nefesimi tutarak izlemiştim. Nefes fragmanlarıyla da Türk sinemasının en başarılı örneklerini veren filmdir bana göre. Türk sinemasında fragmanlar nedense çok özensiz hazırlanır hep. Oysa fragman bir filmi satabilmek için en önemli tanıtım aracıdır. Öyle ki Amerikan sinemasında fragmanların ne derece önemli olduğunu görebiliriz.Fragmanını izleyip "ne müthiş filme benziyor" dediğimiz ve vizyona girer girmez sinema salonuna bizi koşturan örnekler mutlaka olmuştur. Film gereçkten iyidir ya da kötüdür o ayrı... Ama Nefes'in sadece fragmanıyla sattıracak bir film olmadığı belliydi.Müzikler, sahneler ve diyaloglar çok sağlam bir filmin geldiğini bize önceden haber veriyordu. Bu filmin, daha vizyona girmeden gişe rekorlarını kıracağını iddia etmiştim. Yanılmadım... Bugün itibariyle 1 milyon 200 bin kişiyle listenin en başında yer alıyor!

Filmin yönetmeni Levent Semerci aslında bir reklam yönetmeni. Ve ben reklam yönetmenlerinin çevirdiği filmlerden büyük keyif alıyorum. Görsellik tavan yapıyor! Işık, kurgu, kadrajlar çok başarılı oluyor. Örneğin yine bir reklam yönetmeni olan Ezel Akay'ın da bu anlamda filmleri çok başarılıydı. "Neredesin Firuze" ve "Hacivat ile Karagöz Neden Öldürüldü?" filmleri görsel açıdan güzel örneklerdi(senaryolar tartışılabilir).

Oysa Nefes sadece görsel açıdan değil senaryo bakımından da bir usta işi olmuş. Milliyetçilik propagandası yapılmadan da savaş filmi çekilebileceğini gösteriyor. "Olanı" ne eksilterek ne de abartarak anlatıyor. Diyaloglardaki felsefi pasajlar izleyiciyi düşündürüyor ve yaşananları sorgulamaya itiyor. Aralara serpiştirilen nüktedan unsurlar kasvetli atmosferi dağıtarak izleyiciye "nefes" aldırıyor. Müzikler ise duyguları çok iyi tamamlıyor. Oyunculuk açısından da vasatın altına inen yok. Son bölümdeki karakol baskını sahnesi ise Türk sinema tarhinin en iyi örneklerinden olmuş. O baskını resmen yaşıyor ve geriliyorsunuz. "Bitsin artık yeter" diyorsunuz. Ama film bitmesin istiyorsunuz!

Nefes'ten çıktıktan sonra adeta kamyon çarpmışa döndüm. Ağzımı bıçak açmıyordu. 2 saat kendime gelemedim. Üzerimde bıraktığı etki "ağır" oldu. Hele bir de askerliğin ne demek olduğunu biliyorsanız filmi başka türlü izliyorsunuz. Filmdeki diyalogları çok farklı bir süzgeçten geçiriyorsunuz. O yüzden kadın izleyicilerle erkek izleyiciler mutlaka farklı anlamlar yükleyecektir bu filme. Ama beğenmemek en azından bu film için verilen emeğe, alın terine saygı duymayan olmayacaktır. Film ekibinin 2 yıl boyunca Antalya'nın dağlarında verdiği özverili mücadele bile tek başına takdir edilmesi gereken bir olay. Türk sinemasına böyle bir yapıtın kazandırılmış olması bir sinemasever olarak benim göğsümü kabarttı. Emeği olan herkese teşekkür ederim.

20 Ekim 2009 Salı

Ah bu geri kafalı Atatürkçü faşistler bizi!



3-5 seneye kadar Apo halk kahramanı, özgürlük savaşçısı hatta " Ulu Önder!!!!" olur (ki şuan öyle büyük bir kesim için), heykelini de dikerler her meydana! Sakın şaşırmayın... Bugün olanlara şaşırmadığınız gibi! Eh demokrasi var ya hazmetmek lazım bunları artık! Uygar olmak lazım! Geri kafalı, çağ dışı, faşit Atatürkçüler biziiii!!!! Hep bizim yüzümüden zaten. Çözümsüzlük falan hep bizim yüzümüzden... Terörist de olsa KARDEŞİMİZ! Kardeşiz! Suçlu biziz, düşman ilan ettik bu zavallı kardeşlerimizi! Bu vatanseverlik geri bıraktı bizi zaten. Apo'ya Meclis'te sandalye vermedik, "Sayın" diye hitap edemedik! Ah bu inadımız yok mu?


Bütün Kandil, bütün Mahur girsin sınırdan içeri. Gelsinler, onları da serbest bırakalım. Nasıl olsa kardeşiz!!! Apo 2011 Genel Seçimleri'nde DTP'den milletvekili adayı olsun. Eh "O" da "halkı" için mücadele eden bir siyasi lider nasıl olsa.

Ne geldiyse bu ülkenin başına hep bu ülkeye sahip çıkmaya çalışmaktan, Türk olmaktan, TC vatandaşı olmaktan geldi. Alparslan girmeseydi 1071'de Anadolu'ya, yıllardır "kardeşlerimize bu zulüm" olmayacaktı! Tarih de affetmeyecek bizi! Yakında Ermeni diasporası gibi Kürt diasporası da Avrupa ve Amerika palamentolarında kulis yapmaya başlar , Kürt Soykırımı iddalarını gündeme getirirse buna da şaşırmayın sakın...

18 Ekim 2009 Pazar

Sigara Dumanımıza Sardığımız Adam...



Duyunca içim cız etti... İçi cız etti tanıyanların, bilenlerin, ondan ders alanların. Birçok gazetecinin, televizyoncunun kısacası iletişimcinin Ünsal Hoca'sıydı o. Bir sürü kitabı ve çevirisi olan ama derslerini,
kitaplara değil hayata dair veren bir hocaydı. Üniversitedeki ilk günlerimizde yeni üniversiteli olmanın heyecenı, şaşkınlığı ve biraz da yabancılığıyla tanıdık onu. İlk tanışmamızdı. İlk kez böyle biriyle tanışmıştık. Lise sıralarında bıraktığımız hocalardan çok farklıydı. İlk kez onunla anladık bir üniversite öğrencisi olduğumuzu. Kendimizi ilk kez üniversiteli ve iletişimci hissetiren adamdı Ünsal Hoca.

İlk derslerinde belki o yüzden hiçbir şey anlayamamıştık. Biraz karışık gelmişti anlattıkları. Ama zaten hayat karışıktı. Hayatı anlayabilmenin yolu Ünsal Hoca'dan geçiyordu. Sonradan anladık!

Deslerinde öğrencileriyle birlikte sigara içebilecek kadar da sadeleştiren biriydi hayatı. Sigara dumanına sardığımız adam oldu hepimiz için. O dersi anlatırken biz anlattıklarından keyiflenerek tüttürürdük keyif sigarasını.

Aşkı hayata entegre eden bir hocaydı. Hiç unutmuyorum. İletişim öğrencileri de untumaz herhalde. Sarı bir kitabı vardı, birinci sınıfta, Kitle İletişim Teorileri dersi. Finallerde kalmıştım. Bütünlemeye girecektim. Halbuki kitapta ne yazıyorsa onu yazmaya çalışmıştım. En azından geçer not alabilmeliydim. Ama sırrı bütünlemede çözmüştüm. Hocanın bütünlemede sorduğu soruyu şimdi hatırlayamıyorum. Ama ne sorduysa kitaptan tek bir satır yazmadım. Aynı onun derslerinde yaptığı gibi... Aşka dair birşeyler yazıp konuyu iletişime bağladım.

Birkaç hafta sınav sonuçlarını öğrenmek için okula gidip sınav panosuna baktığımda netice mükemmeldi. 90 alıp vermiştim dersi. İşte Ünsal Hoca'yı o günden sonra daha iyi anladım.Aslında hayat karışık ama bir o kadar da basitti. İletişim demek hayat demekti. Ciddiye alınacak bir işti. Ama bir o kadar da basitti.

Bizler Ünsal Hoca'dan ders alan son iletişimcilerden olduğumuzu o günlerde bilmiyorduk tabi. Bugüne baktığımda içinde hüznü barındıran hafif bir tebessümle başladım güne. Hüznüm Hoca'yı kaybetmekten, tebessümüm onu tanıyabilmiş olmaktan.

Derslerinde keyif sigarası içtiğimiz adamın arkasından şimdi bir efkar sigarası yakma vaktidir. Hoşçakal Ünsal Hocam. Ne olursa olsun seni tebessümle hatırlayacağız...

11 Ekim 2009 Pazar

Nankörlüğün alemi yok!



İnsanlar, sanatçılar her neyse... Bar, restoran v.s. gibi kamuya açık mekanlarda her türlü haltı edip veya etmeyip izlenmekten, oralarda bulunmaktan rahatsız olmuyor da kamuya açık tv kanallarında görüntülenmekten niye rahatsız oluyor? Neticede her iki türlü de seni binlerce insan izlemiyor mu?

Ve eğer yüz kızartıcı birşey yapmııyorsan neden bundan gocunuyorsun? Sen sanatçısın, aktörsün, şarkıcısın ya da tiyatrocusun...Neticede bir şöhrete sahipsin. Şöhreti taşımak ağırdır. Şöhretli insanın bu benim "özel hayatım" deme hakkı yoktur! Geçin bu bayat ifadeleri. Şöherteliysen attığın adımı halk merak eder magazinciler de görüntüler.Engeleyemezsin. Seni şöhret yapan da zaten o magazincilerdir, televizyonculardır, gazetecilerdir! Kimse bana hikaye anlatmasın "halk beni buralara geitirdi, herşeyimi onlara borçluyum" diye... Sen herşeyini medyaya borçlusun! Nankörlüğün alemi yok!


Gazeteciler senin hakkında tek bir kelime yazmasa, televizyoncular seninle ilgili tek bir kare görüntü vermese sen ne şöhret olabilirsin, ne o dizilerde rol alabailirsin.. Gazetecilere saldırıp kafa atacağınıza onlara çok şey borçlu olduğunuzu unutmayın.

28 Eylül 2009 Pazartesi

"YAŞ 15..." BU NE BE KARDEŞ?



Çocuk pornosu ve istismarı gibi gittikçe çoğalan bir sapıklık gerçeği varken bu akşam FOX Tv'de "Yaş 15" adında bir program başlamış! Henüz ergenlik çağında kimlik arayışındaki eşit olmamış, kanunen, ruhen ve fiziken çocuk olan 20 tane... kıza mini etekli, dekolteli ve ağır makyajlı bir şekilde gayet seksi bir görünüme sokarak onları yarıştırmak istismarın kralı değildir de nedir?
Şimdi binlerce sapık bu çocukları izleyip daha çok şeytanlık düşünmeyecek mi? Avrupa'da BBG evlerinde her türlü haltı edenleri görebilirsiniz ama asla böyle bir çocuk istismarı göremezsiniz! 1 ay önce Halis Toprak 17 yaşında bir kızla evlendi diye Türkiye ayağa kalktı. Köşelerinde değinmeyen yazar kalmadı. Şimdi merak ediyorum bu 15 yaşındaki çocukların istismarına kaç kişi ses çıkarak!
Burası İran değil, burası Arabistan değil. Tamam kabul ediyorum. Ama burası bize ait bazı ahlaki değerlerin olduğu Türkiye. Bu çocukların kıçını başını ekranda gösterip sapıkların ağzını sulandıracağımıza, İdil Biret, Bedri Baykam gibi çocukken dahiyane yetenekleri ortaya çıkarılan değerlerimiz gibi bu çocukların da yeteneklerini ortaya çıkarıp herkese alkış tuttursak olmaz mı? Yeni piyanistler yeni ressamlar keşfedilse mesela...

Eğer bunları da yapmak istemiyorsanız bırakın hiçbir şey yapmayın ya! Zaten yeteri kadar popstarımız olmadı mı? Şimdi sıra çocuklara mı geldi?

31 Ağustos 2009 Pazartesi

Ve beklediğim son!

Başı kesilerek öldürülen rahmetli Münevver'in babası Süreyya Karabulut, "3 Milyon Euro" helallik istemiş Garipoğlu Ailesi'nden!!! Adamdan zaten hiç hoşlanmamıştım. Baştan beri bana antipatik gelmişti. Aylardır o kanal senin bu kanal benim dolaşıyordu! Çıkmadığı haber bülteni kalmamıştı! Hangi kanalı açsam mutlaka o vardı! Resmen şova dönüştürmüştü artık olayı! Anlaşıldı derdi neymiş... Ben hiç şaşırmadım! Bekliyordum böyle birşeyi.

Beyefendinin ikinci bombası da  çok geçmeden patladı. Bombayı patlatan Cüneyt Özdemir oldu. Özdemir, aylar önce Münevver'in yaşadıklarıyla ilgili olarak ticari bir kaygu gütmeden bir kitap yazmak istemiş, bu konuyu doğal olarak Münevver'in babasıyla paylaşmış. "Acılı babanın" Özdemir'e ilk sorduğu şey, "bizim payımıza ne düşecek?" olmuş!!!
Yani Münevver'in "kesilen başının" bedeli 3 Milyon Euro ve kitaplardan elde edilecek maddi gelir! Belki de başka finansal teknikleri de buna ekleyebilir Süreyya Karabulut!
Ayrıca bugüne kadar katilin yakalanamamasında da en büyük nedenin bu adam olduğunu düşünüyorum. Olayı bu kadar gündemde tutarak, bu kadar göz önünde olarak, katilin daha dikkatli hareket etmesini,uyanık kalmasını ve daha iyi saklanmasını sağladı! Bu tip olaylar gizli ve üzeri soğutularak soruşturulur! Katil her gün tv izleyerek hep tetikte oldu! Yani adam polislere çamur atıp durdu ama en çok o baltaladı soruşturmayı! Hiç sevmemiştim bu adamı hiç! Tahminlerim doğru çıktı... Şovmen olduğu en başından belliydi. Ayrıca kızına da hayatteyken yeteri kadar sahip çıkmadığını kanısındayım. Orta halli bir ailenin gelir farkı ve dolayısıyla da sosyal-kültürel olarak arasında uçurum olan bir başka ailenin oğluyla kızının beraber olmasına "büyük bir keyifle" hiçbir kontrol mekanizmasını devreye sokmadan izleyici kaldığı görüşündeyim. Davul bile dengi dengine çalar sözü tamamen göz ardı edilmiş. Para göz bir babanın, kızını böyle zengin bir aileye peşkeş çekmiş olması kuvvetle muhtemel. Bugün kızının "kesilmiş başı"na 3 Milyon Euro fiyat biçen baba, muhtemelen hayatta olsaydı kızının bedeni için de "başlık parası" olarak euroları havada uçuşturacaktı.
İşte "gözü yaşlı acılı bir baba" ve onun birlikte ana haber bültenlerinde her akşam ağlayan Türkiye... Aylarca güzel bir tiyatro izledik. Olan 17 yaşında "başıyla" birlikte canını da kaybeden dünya güzeli genç bir kıza oldu.

19 Ağustos 2009 Çarşamba

Beşiktaş yine 6 yıl bekler mi?




Lig başlamadan ligin beşincisi ilan edildi Beşiktaş! Geçen senenin çifte kupalı şampiyonuna yapılan bu “küçümser tavrı” ancak kıskançlık ve hazımsızlıkla açıklayabiliyorum. Çünkü Beşiktaş camiasıyla, taraftarıyla çok büyük bir potansiyeldir. Yıllardır süregelen istikrarsızlık ve başarısızlıklara rağmen bile bu potansiyeli herkes rahatlıkla gözlemleyebilir. Bir de buna sportif başarılar eklenirse ortaya çok büyük, kimsenin karşısına almak istemeyeceği bir enerji, sinerji çıkıyor. Ve yıllardır rakiplerimiz tarafından yürütülen, Beşiktaş’ı “ötekileştirme” çabası, Beşiktaş’ın şampiyon olmasından hemen sonra tekrar başladı, hem devakit kaybetmeden. Şampiyonluk kamuoyunda yeteri kadar yer bulmadan Mehmet Topuz olayı bilinçli bir şekilde patlatıldı, büyütüldü, abartıldı. Ardından birçok Beşiktaşlı’nın gitmesine sevindiği “cam adam” Gökhan Zan’ın bedelsiz olarak GS’ye transferi günlerce eleştirildi. Beşiktaş “opsiyonu” uzatmayı, Zan’a imza attırmayı unuttu gibi ipe sapa gelmez hatta komik iddialar ortaya atıldı. Yönetim yerden yere vuruldu. Aziz Yıldırım’ın ilgilendiğini bildiğimiz ve eğer FB’ye gitseydi kıyametlerin kopacağından emin olduğum Nihat Kahveci transferi nedense çok sönük bir şekilde medyada yer buldu. Eğer Nihat FB’ye gitseydi muhtemelen Aziz Yıldırım “göklere çıkarılacak”, imza törenleri Saraçoğlu’nda şova dönüşecek, bu transfer çarşaf çarşaf spor sayfalarını süsleyecekti.

Derken Süper Kupa finali oynandı. FB kupayı aldı. Tebrik de ettik. Ama ne hikmetse, herhalde benim cahilliğim, sadece adı Süper olan bu kupa hakikaten Türkiye’nin en süper kupasıymış! Yapılan süslü, allı pullu ve üstelik günlerce süren haberler, şampiyonluk kupasını kaldıran Beşiktaş için yapılmadı! Galiba Süper Kupa, gerçekten de lig şampiyonluğu kupasından daha önemliymiş. İnanın ben bilmiyordum!

Ardından 2009-2010 sezonu başladı. Her sene 3 büyüklere adeta kök söktüren İ.B.B sezonun ilk maçında Beşiktaş’ı da zorladı. Beşiktaş aslında fena mücadele etmediği ligin bu dişli takımı karşısında berabere kaldı. Ligdeki rakiplerin ağzı iyice sulandı. Zaten daha lig başlamadan beşinci ilan edilen Beşiktaş daha bu ilk maçta bitmişti işte! Bütün spor programlarında bütün gazetelerde varsa yoksa FB-GS konuşuldu, yazıldı çizildi. Beşiktaş şampiyon olmak için 6 yıl beklemişti. Ama bu 6 yıllık hasretin geçen sezon sona ermesi bambaşka bir hasrete neden olmuş onu gördük. Bütün kamuoyu, bütün medya ne kadar özlemiş FB’yi, GS’yi. Gören de 6 yıl bekleyen BJK değil de rakipleri zanneder. Müthiş bir iştahla açıldı sezon. Ama bu iştah medyada, kamuoyundaydı söylediğim gibi.

Ve ikinci haftaya geldik. Nerdeyse her maçta her takımın stadında olan küfür sanki Beşiktaş’a mahsus bir olaymış gibi, sanki ş"ampiyonluğu engelleyemedik bari başka yerden bir şekilde vuralım" denircesine ligin ilk iç saha maçında "küfür cezası nedeniyle" seyircisizliğe mahkum edilen Beşiktaş, bir de pazartesi gününe itildi! Yıllardır görmediğim bir pas yüzdesiyle oynayan Beşiktaş ertesi günkü gazetelerde “kötü oynadı” denilerek yine yerden yere vuruldu! Acaba ben mi başka maç izledim diye şüpheye düştüm. Oysa benimle birlikte maçı izleyen arkadaşlarım da seyircisiz maça rağmen hiç sıkılmamış, Beşiktaş’ın oyununu gayet beğenmişti. Tek eksiklik forvet hattındaki bal yapmayan arı misali golcülerimizdeydi. Onun dışında istek, kazanma hırsı, bir de bunlara eklenen güzel paslaşmalar hiç de fena değildi. Hele takım savunması çok çok iyiydi. Ama nedense medyaya göre Beşiktaş kötüydü! Herkes iyi herkes mükemmel ama Beşiktaş hep kötü hep kötü…

Uzun lafın kısası; Beşiktaş muhteşem yıldızlar transfer etmedi, evet ama zaten Beşiktaş’ın geleneğinde ve transfer politikasında yıldız transfer kavramı pek yoktur. En parlak döneminde, 3 yıl üst üste şampiyon olduğu zaman bile yıldızları yoktu, yıldızları kendisi yaratmıştı Beşiktaş hep. Metin-Ali-Feyyaz’lar kendi alt yapısından çıkardığı yıldızlardı mesela. Şuanda da kendi yarattığı (örn: Bobo,Tello) ve yaratacağı (örn: İsmail,Rıdvan,Erhan) yıldızlarla, oturmuş ve iki kupa kazanmış kadrosuyla, muhteşem taraftarıyla, Türkiye’nin en büyük iki teknik direktöründen biri olan hocasıyla bu senenin beşincisi değil yine en büyük şampiyonluk adayı Beşiktaş’tır. Beşiktaş’ı görmezden gelip daha ilk haftadan itibaren havaya girenler, yere göğe sığdırılamayanlar bunu zamanla görecekler. Geçen sene Beşiktaşlılar dahi son haftaya kadar Beşiktaş’ın şampiyonluğuna inanmıyordu. Ben ise daha 6-7 hafta varken Beşiktaş’ın kesinlikle şampiyon olacağını iddia ediyordum. Herkes yanıldı ben haklı çıktım. Bu senede söylüyorum. Rahat olun Beşiktaşlılar. Bu organize moral ve güven çökertme operasyonundan etkilenmeyin. Bir daha 6 sene şampiyonluk beklemeyeceksiniz!

Acıtır sensizlik...


Kaybolmak resimlerinde; Saatlerin içinde kaybolmak; Unutmak herşeyi senden başka; Boğuşmak sensizlikle geceler boyu; Ve güneş doğar doğudan her sabah; Batar diğer taraftan benim içimde; Batar, karanlık olur her yer; Batar! Acıtır sensizlik... Sensizlik... Sensizlik... Ahhhh sensizlik...

Sayın "terörist"...


Bugünleri de görecekmişiz! Öcalan'ı el üstünde tutar, üstüne titrer olduk... Ne diyecek diye kalem-kağıt elde gazeteciler "hazır kıt'a" bekliyor! Adam şuan kendisinin bile tahmin edemeyeceği kadar itibar görüyor! Ana haber bültenleri onunla başlıyor, gazetelerde ya manşet ya sürmanşet oluyor! Köşesinde yazmanyan yazar yok! Tartışma programlarında konuşulan "Tek Adam!" Flaş Haberlerin, Son Dakikaların kahramanı oldu!

Koşullarım düzeltilsin" diye mesaj yolluyor!Koşulların daha nasıl düzeltilecek? Zaten biraz zayıflasan balık yağı yedireceğiz, biraz kilo alsan pilates yaptıracağız! Yeni doğmuş bebek gibi gün gün sağlığını, kilonu, boyunu takip ediyoruz! Yakında "Sayın" diye hitap edenler sadece DTP'lilerle sınırlı kalmayacak gibi...