31 Ekim 2009 Cumartesi

'Nefes'im Tükendi!

2 yıldır beklediğim filmdi Nefes... 2 yıl önce ilk fragmanını izlediğimde gerçekten de nefesimi tutarak izlemiştim. Nefes fragmanlarıyla da Türk sinemasının en başarılı örneklerini veren filmdir bana göre. Türk sinemasında fragmanlar nedense çok özensiz hazırlanır hep. Oysa fragman bir filmi satabilmek için en önemli tanıtım aracıdır. Öyle ki Amerikan sinemasında fragmanların ne derece önemli olduğunu görebiliriz.Fragmanını izleyip "ne müthiş filme benziyor" dediğimiz ve vizyona girer girmez sinema salonuna bizi koşturan örnekler mutlaka olmuştur. Film gereçkten iyidir ya da kötüdür o ayrı... Ama Nefes'in sadece fragmanıyla sattıracak bir film olmadığı belliydi.Müzikler, sahneler ve diyaloglar çok sağlam bir filmin geldiğini bize önceden haber veriyordu. Bu filmin, daha vizyona girmeden gişe rekorlarını kıracağını iddia etmiştim. Yanılmadım... Bugün itibariyle 1 milyon 200 bin kişiyle listenin en başında yer alıyor!

Filmin yönetmeni Levent Semerci aslında bir reklam yönetmeni. Ve ben reklam yönetmenlerinin çevirdiği filmlerden büyük keyif alıyorum. Görsellik tavan yapıyor! Işık, kurgu, kadrajlar çok başarılı oluyor. Örneğin yine bir reklam yönetmeni olan Ezel Akay'ın da bu anlamda filmleri çok başarılıydı. "Neredesin Firuze" ve "Hacivat ile Karagöz Neden Öldürüldü?" filmleri görsel açıdan güzel örneklerdi(senaryolar tartışılabilir).

Oysa Nefes sadece görsel açıdan değil senaryo bakımından da bir usta işi olmuş. Milliyetçilik propagandası yapılmadan da savaş filmi çekilebileceğini gösteriyor. "Olanı" ne eksilterek ne de abartarak anlatıyor. Diyaloglardaki felsefi pasajlar izleyiciyi düşündürüyor ve yaşananları sorgulamaya itiyor. Aralara serpiştirilen nüktedan unsurlar kasvetli atmosferi dağıtarak izleyiciye "nefes" aldırıyor. Müzikler ise duyguları çok iyi tamamlıyor. Oyunculuk açısından da vasatın altına inen yok. Son bölümdeki karakol baskını sahnesi ise Türk sinema tarhinin en iyi örneklerinden olmuş. O baskını resmen yaşıyor ve geriliyorsunuz. "Bitsin artık yeter" diyorsunuz. Ama film bitmesin istiyorsunuz!

Nefes'ten çıktıktan sonra adeta kamyon çarpmışa döndüm. Ağzımı bıçak açmıyordu. 2 saat kendime gelemedim. Üzerimde bıraktığı etki "ağır" oldu. Hele bir de askerliğin ne demek olduğunu biliyorsanız filmi başka türlü izliyorsunuz. Filmdeki diyalogları çok farklı bir süzgeçten geçiriyorsunuz. O yüzden kadın izleyicilerle erkek izleyiciler mutlaka farklı anlamlar yükleyecektir bu filme. Ama beğenmemek en azından bu film için verilen emeğe, alın terine saygı duymayan olmayacaktır. Film ekibinin 2 yıl boyunca Antalya'nın dağlarında verdiği özverili mücadele bile tek başına takdir edilmesi gereken bir olay. Türk sinemasına böyle bir yapıtın kazandırılmış olması bir sinemasever olarak benim göğsümü kabarttı. Emeği olan herkese teşekkür ederim.

20 Ekim 2009 Salı

Ah bu geri kafalı Atatürkçü faşistler bizi!



3-5 seneye kadar Apo halk kahramanı, özgürlük savaşçısı hatta " Ulu Önder!!!!" olur (ki şuan öyle büyük bir kesim için), heykelini de dikerler her meydana! Sakın şaşırmayın... Bugün olanlara şaşırmadığınız gibi! Eh demokrasi var ya hazmetmek lazım bunları artık! Uygar olmak lazım! Geri kafalı, çağ dışı, faşit Atatürkçüler biziiii!!!! Hep bizim yüzümüden zaten. Çözümsüzlük falan hep bizim yüzümüzden... Terörist de olsa KARDEŞİMİZ! Kardeşiz! Suçlu biziz, düşman ilan ettik bu zavallı kardeşlerimizi! Bu vatanseverlik geri bıraktı bizi zaten. Apo'ya Meclis'te sandalye vermedik, "Sayın" diye hitap edemedik! Ah bu inadımız yok mu?


Bütün Kandil, bütün Mahur girsin sınırdan içeri. Gelsinler, onları da serbest bırakalım. Nasıl olsa kardeşiz!!! Apo 2011 Genel Seçimleri'nde DTP'den milletvekili adayı olsun. Eh "O" da "halkı" için mücadele eden bir siyasi lider nasıl olsa.

Ne geldiyse bu ülkenin başına hep bu ülkeye sahip çıkmaya çalışmaktan, Türk olmaktan, TC vatandaşı olmaktan geldi. Alparslan girmeseydi 1071'de Anadolu'ya, yıllardır "kardeşlerimize bu zulüm" olmayacaktı! Tarih de affetmeyecek bizi! Yakında Ermeni diasporası gibi Kürt diasporası da Avrupa ve Amerika palamentolarında kulis yapmaya başlar , Kürt Soykırımı iddalarını gündeme getirirse buna da şaşırmayın sakın...

18 Ekim 2009 Pazar

Sigara Dumanımıza Sardığımız Adam...



Duyunca içim cız etti... İçi cız etti tanıyanların, bilenlerin, ondan ders alanların. Birçok gazetecinin, televizyoncunun kısacası iletişimcinin Ünsal Hoca'sıydı o. Bir sürü kitabı ve çevirisi olan ama derslerini,
kitaplara değil hayata dair veren bir hocaydı. Üniversitedeki ilk günlerimizde yeni üniversiteli olmanın heyecenı, şaşkınlığı ve biraz da yabancılığıyla tanıdık onu. İlk tanışmamızdı. İlk kez böyle biriyle tanışmıştık. Lise sıralarında bıraktığımız hocalardan çok farklıydı. İlk kez onunla anladık bir üniversite öğrencisi olduğumuzu. Kendimizi ilk kez üniversiteli ve iletişimci hissetiren adamdı Ünsal Hoca.

İlk derslerinde belki o yüzden hiçbir şey anlayamamıştık. Biraz karışık gelmişti anlattıkları. Ama zaten hayat karışıktı. Hayatı anlayabilmenin yolu Ünsal Hoca'dan geçiyordu. Sonradan anladık!

Deslerinde öğrencileriyle birlikte sigara içebilecek kadar da sadeleştiren biriydi hayatı. Sigara dumanına sardığımız adam oldu hepimiz için. O dersi anlatırken biz anlattıklarından keyiflenerek tüttürürdük keyif sigarasını.

Aşkı hayata entegre eden bir hocaydı. Hiç unutmuyorum. İletişim öğrencileri de untumaz herhalde. Sarı bir kitabı vardı, birinci sınıfta, Kitle İletişim Teorileri dersi. Finallerde kalmıştım. Bütünlemeye girecektim. Halbuki kitapta ne yazıyorsa onu yazmaya çalışmıştım. En azından geçer not alabilmeliydim. Ama sırrı bütünlemede çözmüştüm. Hocanın bütünlemede sorduğu soruyu şimdi hatırlayamıyorum. Ama ne sorduysa kitaptan tek bir satır yazmadım. Aynı onun derslerinde yaptığı gibi... Aşka dair birşeyler yazıp konuyu iletişime bağladım.

Birkaç hafta sınav sonuçlarını öğrenmek için okula gidip sınav panosuna baktığımda netice mükemmeldi. 90 alıp vermiştim dersi. İşte Ünsal Hoca'yı o günden sonra daha iyi anladım.Aslında hayat karışık ama bir o kadar da basitti. İletişim demek hayat demekti. Ciddiye alınacak bir işti. Ama bir o kadar da basitti.

Bizler Ünsal Hoca'dan ders alan son iletişimcilerden olduğumuzu o günlerde bilmiyorduk tabi. Bugüne baktığımda içinde hüznü barındıran hafif bir tebessümle başladım güne. Hüznüm Hoca'yı kaybetmekten, tebessümüm onu tanıyabilmiş olmaktan.

Derslerinde keyif sigarası içtiğimiz adamın arkasından şimdi bir efkar sigarası yakma vaktidir. Hoşçakal Ünsal Hocam. Ne olursa olsun seni tebessümle hatırlayacağız...

11 Ekim 2009 Pazar

Nankörlüğün alemi yok!



İnsanlar, sanatçılar her neyse... Bar, restoran v.s. gibi kamuya açık mekanlarda her türlü haltı edip veya etmeyip izlenmekten, oralarda bulunmaktan rahatsız olmuyor da kamuya açık tv kanallarında görüntülenmekten niye rahatsız oluyor? Neticede her iki türlü de seni binlerce insan izlemiyor mu?

Ve eğer yüz kızartıcı birşey yapmııyorsan neden bundan gocunuyorsun? Sen sanatçısın, aktörsün, şarkıcısın ya da tiyatrocusun...Neticede bir şöhrete sahipsin. Şöhreti taşımak ağırdır. Şöhretli insanın bu benim "özel hayatım" deme hakkı yoktur! Geçin bu bayat ifadeleri. Şöherteliysen attığın adımı halk merak eder magazinciler de görüntüler.Engeleyemezsin. Seni şöhret yapan da zaten o magazincilerdir, televizyonculardır, gazetecilerdir! Kimse bana hikaye anlatmasın "halk beni buralara geitirdi, herşeyimi onlara borçluyum" diye... Sen herşeyini medyaya borçlusun! Nankörlüğün alemi yok!


Gazeteciler senin hakkında tek bir kelime yazmasa, televizyoncular seninle ilgili tek bir kare görüntü vermese sen ne şöhret olabilirsin, ne o dizilerde rol alabailirsin.. Gazetecilere saldırıp kafa atacağınıza onlara çok şey borçlu olduğunuzu unutmayın.