13 Nisan 2010 Salı

KÖFTE+PİYAZ+TARİH+BEŞİKTAŞ=ŞÖHRETLER BEŞİKTAŞ KÖFTECİSİ


Bu hayatta iki şeyi çok ama çok severim; biri Beşiktaş, diğeri köfte. Benim gibi bu iki lezzeti seven herkesin, aslında "herkesin" en az bir kere görmesi, uğraması gereken bir yer var İstanbul'da; Şöhretler Beşiktaş Köftecisi.

Burası Çarşı'nın tam kalbinde, köfteciden çok müzeyi andıran bir mekan. Bunu anlayabilmek için illa o kapıdan içeri girmeniz gerekmiyor, dükkanın önünden bile geçseniz içerde bir farklılık olduğunu anlayabiliyorsunuz. Dedim ya, bir köfteciden çok müze gibi, bir spor müzesi. Duvarlar ve masalar boş alan olmaksızın belki Beşiktaş'ın kendi müzesinde bile olmayan fotoğraflarla dolu. Hepsi özenle yerleştirilmiş, çerçevelenmmiş. Bir köşe ise Beşiktaşlı olsun olmasın bu köfteciye uğramış ünlülerin fotoğraflarına ayrılmış, hemen kasanın arkasında. Siz köftenizi beklerken fotoğraflarla zamanda yolculuğa çıkıveriyorsunuz adeta. Baba Hakkılar, Süleyman Sebalar,Yusuf Tunaoğlular, Metin Ali Feyyazlar...
Derken köfteniz geliyor... Bir yandan o lezzetli ve taze, günlük etten yapıldığı belli olan köftenizi ve piyazını acı biber sosu, közlenmiş biber ve domates eşliğinde yerken diğer yandan da bu sefer de masanızın üzerindeki fotoğraflara dalıp gidiyorsunuz. Mesela benim masamda Gündüz Kılıç imzalı bir fotoğraf vardı, orjinal!



Karnınızı doyurduktan sonra hiç çekinmeden kalkıp bütün dükkanı kaplayan fotoğrafları aynı bir müzedeymişcesine inceleyebilirsiniz. Hatta siz de fotoğraf çekebilir, çektirebilirsiniz. Dükkan sahipleri ve garsonlar size hiçbir şekilde müdahale etmiyor, tamamen serbest bırakıyor.



Beşiktaş'ın bir maçı varsa, o gün bütün Beşiktaş'ta, Çarşı'da bir şölen, bir bayram havası var demektir. Maç günleri yolu Beşiktaş'tan geçen herkes bilir. Taraflı tarafsız bu şenlik havasını hissedebilirsiniz. Maça gideceğim günler maça saatler olmasına rağmen  Beşiktaş'ta olurum, aynı bir bayram yerine gider gibi. O atmosfer çok başkadır. İnsanın içini tuhaf bir sevinç ve heyecan kaplar. Çarşı'da dolaşmak, yemek yemek, birşeyler içmek, Kazan'da takılmak, Köyiçi'nde toplanıp şarkılar söylemek, balık pazarında iki tek atmak, sonrasında Dolmabahçe'nin o ağaçlı yemyeşil yolundan İnönü'ye yürümek kalabalığa karışıp...

 
 
 
Kısacası bu dünyada herşeyden geçerim de bir Beşiktaş'tan vazgeçmem bir de köfteden...

8 Nisan 2010 Perşembe

ÇIKMAZ SOKAK


18 yaşındaki lise öğrencisi V.F. eğer 12. kattan atlayıp intihar etmeseydi, belki bir gün yolda yürürken gördüğü bir kıza dönüp bir kez daha bakacak, belki peşine takılıp onu takip edecek ya da bir gün bir cafede otururken gördüğü başka bir kız için kalbi hızla atmaya başlayacak, dayanamayıp yanına gidecek ve ona bir kahve ısmarlamayı teklif edecekti. Ama V.F.'nin gencecik kalbi deli dolu duygularının esiri olmuştu ve okuldaki evli, iki çocuk annesi, biyoloji öğretmeni için atmaya başlamıştı çoktan. Öyle basit bir ilgi değildi onunkisi, aşık olmuştu ya da aşık olduğunu zannediyordu. Aşık olduğunu zannedip belki de takıntı haline getirmişti öğretmeni A.E.'yi...Ya da gerçekten aşıktı. Aşkın tam ve herkesin fikir birliğine vardığı bir tanımı olmadığı için bilemiyoruz.

Biyoloji öğretmeni A.E. ise kendisine aşık olan bu gence karşılık vermemişti. Herşey bir kenara, evliydi ve iki çocuk sahibiydi. Evli ve iki çocuk sahibi olması, yaşça öğrencisinden büyük olması bir aşk yaşanması için engelmiydi? Aşkı yaşamanın standartları mı var? Buna geleceğiz...

V.F.'nin aşkı iç dünyasından çıkıp dışarıya taştı. Ailesi de öğrendi. Belki çok rahatsız olduğu veya rahatsız edildiği için öğretmen A.E. şikayetçi oldu. Ailesi, Kahramanmaraşlı V.F.'yi "gözden uzak olan, gönülden uzak olur" sözünden yola çıkmış olacak ki okuldan alıp Kayseri'de başka bir okula verdi. Peki gözden uzak olan gerçekten gönüldende mi uzak oluyor? Buna da geleceğiz...

V.F.'nin içindeki ateş ailesinin,öğretmeninin ve belki de başkalarının da hesap ettiği gibi sönmedi daha çok büyüdü, büyük bir yangına dönüştü. İzne geldiği bir haftasonu öğretmeninin oturduğu evin yolunu tuttu hemen. Kapıyı çaldı. Açan olmadı. Zaten daha önce kapanan bütün kapılar yetmişti muhtemelen ona. Şimdi ise kapılar dahi açılmıyordu. Kendine bir yaşam kapısı mı bulamadı yoksa? Bilinmez... Ama muhtemel... Geçemedi, geçmesine yardımcı olan bulamadı. O açılmayan kapıdan yukarı, 12. kata çıktı. Ve sanırım hiç tereddütsüz kendisini boşluğa bıraktı bu ölümüne sevdalı, ölümüne aşık genç...

Bu haberi ilk okuduğumda içimde birşeylerin acıdığını hissettim. Belki de V.F.'nin acısını hissetim biraz olsun. 29 yıllık hayatımda karşılık bulduğum, bulamadığım aşklarım geçti gözümün önünden. Zaman zaman hissetiğim sızıları birkez daha hissettim. Eminim her okuyan da kendinden birşeyler bulmuştu bu haberde. Çünkü haberin altında 80 okuyucu yorumu mevcuttu o dakika!

Bu dünyada herkesin karşılık bulamadığı ya da bir şekilde ulaşamadığı bir aşkı olmuştur mutlaka. En azından platonik bir aşkı. Belki birçok kişi bundan dolayı aynı V.F. gibi kendi canına kıymayı en az bir kez düşünmüştür, aklından geçirmiştir. Zordur karşılıksız sevgi... Dünyanın en zor şeylerinden biridir. Buna direnmek bununla mücadele etmek için gerçekten çok güçlü bir savaşçı olmak gerekir. Bu yolda kişinin kendi çabasının yanında ailesinin, arkadaşlarının desteği de çok önemlidir. Çünkü karşılığını bulamadığın sevgiyi diğer sevdiklerinle ikame etmen gerekir. Yoksa bu sevgi git gide acıya hatta bir felakete dönüşebilir. Tam tabirle diğer sevdiklerinin "senin gazını almaları" gerekir.

V.F. büyük bir ihtimalle çok yalnız kaldı. Ailesi ona yeterli desteği vermedi, veremedi ya da durumun ciddiyetini algılayamadı. Ki belki de en büyük hatayı yaptılar onu evden, yaşadığı şehirden, arkadaşlarından ve de kendilerinden ayırmakla. Zaten kendini çaresiz, zayıf, reddedilmiş ve sevgiden yoksun hisseden V.F., büsbütün bir yalnızlığa, terkedilmişliğe sürüklendi. Sevgisi acıya dönüştü, yalnızlığı ölüme...

Peki ya öğretmen A.E.? İki çocuk annesi ve evli bu kadın şimdi ne durumdadır acaba. Hayatı boyunca unutamayacağı bir travma yaşıyor olabilir mi? Öğrencilerinin, intihar eden V.F.'nin arkadaşlarının karşısına geçip nasıl hiçbir şey olmamış gibi ders vermeye devam edecek? Muhtemelen o da Kahramanmaraş'tan ayrılıp tayinini isteyecektir. V.F. onun rüyalarında bir kabusa dönüşür mü geceleri dersiniz? Ya da kocasıyla geçirdiği her özel, her romantik anda gözlerinin önüne ona aşık olduğu için intihar eden A.E. gelir mi? O en özel dakikalar kan ter içinde kaldığı buhran dolu dakikalara dönüşür mü? Kendisine aşık olan bir genç yüzünden aşkı, romantizmi unutur mu? Yoksa hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam mı eder? Karşılık bulamamak gibi, karşılık verememek de zor olsa gerek bazen!

Peki ya aşk... Aşkın bir kuralı bir standardı olabilir mi? Hep demez miyiz aşk mantıklı birşey değildir, aşk bir çılgınlıktır, aşk kural tanımazlıktır diye... Aşkı bir kalıba koyabilir miyiz? Aşkı kendi kabına sığdırabilir miyiz? Birçok insan, en azından aşkı bir kez olsun yaşamış ya da yanından geçmiş insan, bu sorulara herhalde "hayır" cevabı vermeye daha yakındır. Peki evli, iki çocuk sahibi öğretmenine aşık olan A.E.'yi ayıplayabilir, suçlayabilir miyiz? Hele hele 18 yaşında, kanının en deli olduğu bir zamanda... Buna da verilecek ağırlıklı yanıt "hayır" olsa gerek.

Asıl paradoksa geliyoruz şimdi; yukarıdaki her soruya verilen hayır cevabı, A.E. öğretmen, eğer öğrencisinin aşkına karşılık verseydi ne olacaktı? Kimileri onu öğrencisiyle aşk yaşadığı için ahlaksızlıkla suçlayacaktı, kimileri lanetleyecekti, kimileri suratına tükürmek isteyecekti belki de... Çünkü üstüne üstlük  evliydi, iki çocuğu vardı ve öğrencisinden yaşça büyüktü. E peki hani aşkın sınırları yoktu, mantığı yoktu? Çılgınlıktı, delilikti...

Karşılık bulsan da bulmasan da aşk acıdır çoğu zaman. Hatta acıdan beslenen aşklar daha büyük olur. Aşk bazen ölümdür ya da yaşıyorsan bile ayakta ölmektir. Ölen için zordur, yaşayan için daha zor. Aşk birşeylerden tatmin olmamaktır. Tatmin olamadığın için saldırgan olmaktır. Aşk göze almaktır herşeyi. Bazen 12. kattan boşluğa bırakırsın kendini, bazen yaşamayı göze alırsın gözünü kırpmadan...

4 Nisan 2010 Pazar

ÇÜNKÜ SENİN BİR KAVGAN YOK!

Gitmek mi zor kalmak mı zor? Yoksa geri dönmek mi? Her geri dönüş "geriye dönüş müdür?" Eski sevgiliye geri dönmek... Eski işine geri dönmek... Eve geri dönmek... Sözünden geri dönmek... Yazmaya geri dönmek!

Eğer mutlu olacaksan "geriye dönüş de olsa" geri dönmek için asla tereddüt etmemelisin. Kimin ne söyleyeceği değil içinden gelen sesin ne söylediğidir aslolan. Elbet her geri dönüş sana bir fatura çıkaracaktır. Ama zaten gittiğin zaman o faturayı ödemeyi göze almış olman gerekir. Ama fatura ne kadar ağır olursa olsun geri dönmek istiyorsan dönmelisin. Faturayı asla gururuna ödetmemelisin. Zaten ona ödetirsen aslında dönememişsindir ya da dönmemişsindir. Gururun dokunulmaz olmalıdır bu kararında. Faturayı ödemesi gereken gururun değil de belki egon olabilir. Çünkü egon git demiştir muhtemelen zamanında.

Fatura ödemek çoğu zaman ağırdır. Ama ödemeye başladığın andan itibaren o sana git diyen egon törpülenmeye başlar. Geri döndüğün sevgiline daha sıkı sarılabilirsin, işinin kıymetini daha iyi anlayabilirsin, evinde annenin babanın yanında bir pazar sabahı bir bardak sıcak çayın kıymetini daha bilirsin.

Sana git dediği için içinden gelen sesi, egonu kısacası kendini de suçlamamalısın hiçbir zaman. Çünkü gerçekten o sırada gitmen gerekmiş olabilir. O anın yaşanmış olması senin hayat kurgunda önüne geçmeye gücünün yetmeyeceği bir kuvvetin etkisinden de kaynaklanabilir. Belki de ne yapsan gitmene mani olmayacaktın. Bilemezsin...

Gitmen gerekiyorsa gitmişsindir, dönmen gerekiyorsa dönmüşsündür. Kalmışsan zaten problem yoktur. Aslında üç durumda da problem yoktur. Problem, ödeyecek bir faturan olmamasıdır aslında. O zaman gitsen de birşey farketmez, kalsan da, dönsen de... Çünkü senin bir kavgan yoktur!